Beynimle sinir sistemim anlaşamadılar ve sinir sistemim greve gitti. Anlaşmazlık uzadıkça, olan bana oldu. Bir yıl sonra ALS teşhisi konuldu. Artık bedenimin iyileşmesi için gerekli olan barış ihtimali sonsuza dek kaybolmuştu.
Bir yıldan daha az bir sürede ellerimi, ayaklarımı, çiğneme, yutma ve konuşma yeteneklerimi kayberederek tamamen felç oldum. Cok ağır bir darbe aldım. Kan kaybediyorum. Gemim batıyor. Değerlerim değişti. Dostum, arkadaşım, aileden bir çoğu dar günümde el oldular. Ben de Sinan ve Zerrin’in başına kaldım.
Tam üç buçuk yıl oldu. Aynada kendime bakıyorum, kollarım, omuz başlarım kasaplardaki soyulmuş kemik sanki, parmaklarım sarmaşık gibi birbirine dolanmış, bacaklarımda hiç kas kalmamış. Ayaklarım ince bir tahta çubuğun ucuna itinasız çakılmış rüzgar gülü gibi çarpık. Dilim haşlanmış et parçası gibi gırtlağıma toplandı. Dişlerim çiğneme özelliğini kullanamıyor. Sesim beni terketti. Bir de boynum isyan etti; artık kafamı taşımıyor.
Bugün eğer düşüncelerimi yazabiliyorsam, bu tamamen Sinan’ın olağan üstü çabaları sonunda, gözümle yazabileceğim bu bilgisayarı almış olmasındandır. Ben de, isyanlarımı, feryatlarımı, kırgınlıklarımı, kabullenişlerimi, yorgunluklarımı, içimdeki savaşları yazıya dökme sevinciyle diyorum ki Allahım, Sinan’dan razı ol! Onun mekanını cennet et! Böyle dua ederek dışarı bakarken, ağaçların ne kadar gri, ne kadar kuru ve ölü baktıklarını gördüm. Oysa ki birkaç güne kadar cemreler düşecek, toprak, ana kış uykusundan uyanacak, bütün cömertliğiyle hepsine hayat verecek. Yaprak açacaklar, çiçeğe duracaklar. Ben öyle miyim? Ben kış uykusuna yatalı çok oldu. Kendimi, kabuğu soyulmuş ağaç gibi hissediyorum.
Üşüyorum. Eey, Hz. Mikail benim de yüreğime cemreleri düşürsen olmaz mı?
Bilinç altımı temizlerken mümkün olduğu kadar geriye gitmeye çalışmıştım. Hafızamdaki raflarda tozlanmış, boşuna yer işgal eden bir sürü atılmayı bekleyen dosyalar buldum. Bunlardan bir tanesi, dört beş yaşlarına aitti. Igdır’daydık. Yazın, bahçelerden hummalı bir çalışmayla meyveler zamanında toplanmaya çalışılırdı. Zerrin ve ben, babamlara su, kasa gibi şeyler taşıyorduk. Babam da bize, çalıştığımız için haftalık veriyordu. Gene böyle bir yaz sonunda beş lira biriktirmiştim. Kış için çorabım yoktu. Parayı saklaması için anneme vermiştim. Günde on kere, bana ne zaman çorap alacağız, diye soruyordum. Annemin canına taketmiş olacak ki bir gün, yarın parayı babana verelim, sana çorap alsın, dedi. Babam hergün yaptığı gibi çarşıya gitti. Bekle, bekle, gelmiyor. Saatler geçti. Hepimiz verandanın karşısında, büyük dut ağacının altında oturmuş çay içiyorduk ki babam geldi. Bana, dudu kızım, derdi. “Dudu kızım, çorabını aldım”, diyerek anneme verdi. Bütün heyecanımla ayağımı çoraba soktum. O da ne? Başparmağım dışarı çıktı! En ucuzundan adi bir şey almış, paranın artanını harcamış. Avaz avaz bağırdım, makası verin keseceğim, diye. Kısacası hem paradan, hem de çoraptan olmuştum. O zaman, paranın ne kadar güçlü bir düşman olduğunu anlamıştım.